İŞ HAYATI YEME BENİ!

geri dön

Üniversite döneminin en kaygılı yılı genelde son yıldır: Bir taraftan “mezun olma” telaşı, bir taraftan “beklentiler”in artması, bir taraftan da bizi kovalayan “arkadaşlardan ayrılma” hüznü… İşin en acı tarafı da ilk özgeçmişi oluşturmaya başlarken ortaya çıkar: Tüm öğrencilik hayatımda neler yapmışım / yapmamışım diyerek kendimizle yüzleşmek zorunda kalırız. 

Y kuşağı olmanın / olmak zorunda kalmanın bir etkisi olsa gerek, günümüzde bireylerden çok şey bekleniyor. Yani çamurda büyüyen çocuklardan olmak yerine biraz “balkon çocuğu” olmaya itiliyoruz. Bir açıdan yaklaştığımızda aslında süreç çok iyi ilerliyor çünkü bilinçli bir toplum olma yolunda daha sağlıklı adımlar atılıyor. Ancak doğrunun diğer tarafından baktığımızda sorumluluklarımızın istem dışı arttığını görüyoruz. Sanki görünmez bir el sürekli“kendinizi geliştirin” der gibi bizi çimdikliyor. Peki, mutluluktan sarhoş bir şekilde yaşarken bir cimcikleme ile uyanmamak / uyandırılmamak için neler yapmamız gerekiyor? 

“Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir gün bile çalışmış olmazsın.” Demiş Konfüçyüs. Bu nedenle iş hayatında bir başlangıç yaparken ya da kendimize daha temiz bir sayfa açmaya çalışırken mutlu olabileceğimiz iş alanını seçip, bu alanda profesyonelleşmeye başlamak her zaman daha büyük ve daha sağlam adımlar attırıyor. Ağırlıklı genç, işsiz ve üniversite mezunu olan bir toplumda yaşadığımızı düşünürsek, ancak kendimizi kendimize doğru ifade ettiğimiz takdirde sorunsuz bir “seçim” yaşayacağımızı söyleyebilirim. Kendimize ayna tutmanın / tutabilmenin dışında destek alarak da profesyonel hayatımızda güzel başlangıçlar yapabiliriz. Üstelik bu konuda rehber öğretmen, kariyer danışmanı, tercih uzmanı vs. gibi deneyimli kişilerden alınabilecek destek dışında, piyasada kariyer planlamasını doğru yapabilmemizi sağlayacak pek çok dergi / gazete / makale mevcut. 

Ayrıca üniversite yıllarında yapılan zorunlu / ihtiyari stajların, yarı zamanlı çalışmaların kaygısız bir gelecek konusundaki katkıları da tartışılamaz. Tüm bu çalışmaların en büyük getirisi, ne yapmak istediğimiz dışın da aslında ne yapmak istemediğimizi de bize göstermesidir. Gülse Birsel, “Hayatınız boyunca yapacağınız en büyük hata, üniversite / yüksek lisans / doktora bitirip 27 yaşına geldikten sonra iş aramaktır.” der ve bence çok doğru söyler. İsterseniz en iyi üniversiteden mezun olun, iş hayatını bir nebze bile koklama fırsatına sahip olamadıysanız maalesef değerlendirilme süreciniz sekteye uğruyor. Bu nedenle okul içerisinde aktif olmak, yaz dönemlerini stajlar / yarı zamanlı çalışmalarla geçirmek her zaman bizi bir adım öne taşıyor. Stajlar ve sosyal aktiviteler dışında da iş dünyasını yakından takip etmek gerekiyor. İngilizce seviyemiz, staj / iş deneyimlerimiz dışında fark yaratabilmek adına neleri bilmemiz gerektiği aslında ilanlarda satır aralarında yer alabiliyor. Bu nedenle tüm iş arama motorlarından, size uygun olsun olmasın, ilan takibini şiddetle tavsiye ediyorum. 

İmkânlarımız daha geniş olsa da, dediğim gibi Y kuşağı olmak kolay değil. İş dünyasında yarattığımız farklılıkları görmek isteyen İK profesyonelleri ile karşı karşıyayız artık. Bizler için “geleceğin efendileri” olacağımız iddia ediliyor ve bu nedenle bizden beklenenler giderek artıyor. Eğer “gel işim” diyebilmek istiyorsak bireysel“gelişim” şart artık. Lütfen naylon stajlardan, bir seminere katılmak yerine daha tatlı gelen uykulardan :) uzak duralım. Yaptığımız her kaçamak,  geleceğimizde yaratabileceğimiz bir farklılığı da bizden çalıyor.

STAJ DEDİĞİN NEDİR Kİ?

Kavurucu yaz sıcaklarının yaklaşması, öğrenciler için ister gönüllü ister zorunlu olsun, staj döneminin de gelip çattığının habercisi. Şimdiye kadar ders çalışıp arkadaşları ile vakit geçiren bireyler olarak staj yapmak şu aşamada zor geliyor olabilir. Ben de bu nedenle stajın hayatımızdaki önemini vurgulamadan geçmek istemedim. 

Evet, staj çok önemli! Hele ki günümüz koşulları içerisinde. Hem (benim de içinde bulunduğum) Y kuşağı hem de (yakın gelecekte üniversite ve iş hayatına adım atacak, şu an eğitim süreci devam eden) Z kuşağı için. Çünkü her iki kuşak da ciddi bir karmaşık denkleme sahip. Yani çok fonksiyonlular. Aynı anda pek çok şeyi yapabilme yetilerinin dışında hemen hemen her şeye sahip oldukları için gelecekte ne istediklerini rahatlıkla kestirebilecek bir yapıya da sahip değiller. Sıkılgan demiyorum ama olayları, konuları, hatta enerjilerini daha çabuk tüketebilen bir yapıya sahipler. Bu durumun avantajları olduğu gibi (çok fonksiyonlu olmaları mesela) dezavantajları da var. Dezavantajı da bence burada yatıyor. Üniversite seçiminde bile tereddütlüler. Kendi kuzenimden biliyorum. Bir rockstar olmak istemenin dışında tiyatro yapabileceğine emin olmuş ve aynı zamanda mühendislik de okumak istemişti. Tabi bir de mezun olduğunda topuklu ayakkabılarını giyerek çalışmak istiyordu. Evet, anlatırken çok şirin geliyor, hafiften gülümsüyorsunuz da… Ancak olaya hayatını geçindirmek için yıllarca yapacağı iş olarak bakınca endişeleniyorsunuz. Bulunduğunuz sistem de yeteneklerinize yönelmek yerine çoktan seçmeli sorulardan oluşuyorsa daha vahim bir durum içerisinde kalabiliyorsunuz. 

Eğitim sistemimizi yargılamayacağım burada ama halen seçim yapamamış, gözünü kapattığı zaman yapmak istediklerini göremeyen kişilerseniz ya da çevrenizde böyle bireyler varsa, kendinize / çevrenizdeki bireylere en makul ve yapılabilinesi yüksek olan yatırım stajdır. Bahsettiğim şey özgeçmişleri doldurmak için yapılan naylon versiyonlar değil tabi ki. Ancak staj dönemi, kişinin kendini bulması ve o atmosferi soluması için bulunulmaz bir fırsat. Üstelik artık Aiesec gibi uluslar arası kuruluşlar, erasmus, yaşam boyu öğrenme kapsamında Ulusal Ajans’ın desteklediği programlar da mevcut. Yani hem sevebileceğiniz işi hem de farklı kültürleri bir arada görebilme fırsatı oldukça fazla. Bir de artık üniversite ayrımının da çok fazla kalmadığını keşfediyorum. Yani lütfen tedirgin olmayın. Sadece ODTÜ’lüler ya da Boğaziçi’liler staj yapabilme imkanına sahip değil. Başarılı bir kapak yazısı ve referans mektubu tüm bu sıkıntıları çözebilecek kadar kuvvetli. “Fotokopi çekiyorum.” Diye de bir hayıflanma durumu var. Şöyle düşünelim, sınav notlarını bile kırtasiyeye çektiren bir kadro olarak o makinenin nasıl kullanıldığını başka nerede öğrenebiliriz ki. Hem siz ne kadar iyi fotokopi çekerseniz size verilen sorumluluk o kadar artabiliyor. Kendimden de örnekle detaylandırabilirim isterseniz. Staj yaptığım kurumda tabiî ki fotokopi çekerek ve scannerdan kağıtları geçirerek işe başladım. Excelde isimleri A’dan Z’ye sıralamayı da burada öğrendim. Zamanla sorumluluklarım arttı. Şu an fotokopi çektiğim kurumda çalışıyorum. Hem de alanında önder bir firmada hem de değer verdiğim / değer gördüğüm bir yöneticiyle… Bir de sevdiğim işi de yapıyorum. Yani keyifliyim, huzurluyum. Çoğu “sabah uyandığında ayakları geri geri yürüyerek işe gelen insanlar”dan farklı bir dünya yaşıyorum. 

Tamam, ben staja başladığımda ne istediğimi biliyordum. Bu nedenle stajım bana ne istediğimi değil nasıl yapmam gerektiğini öğretti. Bence bir başkasına da “ne yapmak istediğini” ya da“ne yapmak istemediğini” öğretebilir.

Bol “değer”li günler, Merve Karalioğlu // İnsan Kaynakları Uzman Yardımcısı

DİJİTAL FOTOĞRAFÇILIK

Dijital fotoğrafçılığa giriş yapmak isteyen bir kişinin ilk yapması gereken şey pek tabi ki bir dijital fotoğraf makinesi almaktır. Burada en önemli nokta nasıl bir dijital fotoğraf makinesi almamız gerektiğidir. Sadece anı yakalamak istiyorsak, ışık kontrolü veya teknik konular ilgimizi çekmiyorsa kompakt, cebimizde taşıyabileceğimiz bir makine alınabilir. Ya da cep telefonumuzda bulunan yüksek megapikselli bir kamera işimizi görebilir. Fakat fotoğrafta teknik detayların kontrolünü elimizde tutmak ve teknik açıdan daha detaylı fotoğraflar yakalamak istiyorsak kesinlikle DSLR dediğimiz çok fonksiyonlu makinelerden almamız şart. DSLR makineler giriş, orta ve profesyonel olarak üç ayrı kategoride değerlendirilir. Dijital fotoğrafçılığa hobi olarak başlayacak kişi fiyat olarak uygunluğuyla bilinen giriş seviyesi bir makine satın alabilir. DSLR makinelerin fiyatları kompakt makinelerden biraz daha fazla olsa da piyasada bir dizüstü bilgisayar fiyatıyla hemen hemen eşdeğerdir. Hatta ikinci el hatasız bulacağınız bir makine de işinizi görebilir ve fiyat konusunda tasarruf etmenizi sağlayabilir. Fakat unutulmamalıdır ki ikinci el bir DLSR almak kesinlikle daha önce tecrübe edinmiş olmayı gerektirir. Bu sebeple etrafınızda tecrübeli, bu işlerden anlayan bir kişi yoksa tek başınıza ikinci el bir cihazalmanızı önermiyorum. 

Makinemizi aldık şimdi sıra makinemizle ne çekmek istediğimize karar vermeye geldi. Bu konuda kendinize kesin sınırlar koymamanız gerektiğini baştan söylemeliyim. Bu durumun en büyük sebebidijital fotoğrafçılığın engin bir deniz olmasıdır. Bu denizde yol aldıkça yeni şeyler öğrenecek ve yeni tekniklerle karşılaşacaksınız. Başlarda ilginizi çekmeyen konular yeni teknikleri öğrendikçe hoşunuza gidebilir. Bu yüzden tavsiyem dijital fotoğrafçılığa başlarken bütün fotoğraf türlerinden örnekler üzerinde durmanız ve bu durumun keyfini çıkarmanızdır. Şimdi de sıra geldi fotoğraf türlerine. Fotoğraf türleri konusunda kısa kısa bilgiler vererek dijital fotoğrafçılığın keyifli dünyasındaki yolculuğumuza devam edelim.

İlk durağımız doğa, manzara fotoğrafçılığı…

Doğanın eşsiz güzelliklerinin fotoğraflandığı fotoğrafçılık türüdür. Doğa fotoğrafları çekilirken daha çok geniş açılı objektifler tercih edilir. Gündoğumu ve günbatımında çekilen doğa fotoğraflarının büyüleyici atmosferi her daim etkileyici olmuştur. Fakat doğanın eşsiz renklerini barındıran bu zamanlarda fotoğraf çekebilmek ciddi bir hazırlık gerektirir. Örneğin güneş hangi pozisyondan saat kaçta doğacak? Çekim yapılacak yerde hangi tür objektif kullanılmalı? Vb sorular önceden bilinmeli ve fotoğrafını çekmek istediğimiz yere önceden gidilip hazırlık yapılmalıdır. Bu yüzden özellikle doğa fotoğrafçılığıyla ilgileniyorsanız uykusuz günler sizi bekliyor diyebilirim. Ama bunun yanında ortaya çıkan sonucu düşünürsek inanın buna değer… 

Portre fotoğrafçılığı… 

Portre fotoğrafları, çoğumuza göre bir kişinin omuz hizasından yukarısı veya vesikalığa yakın fotoğraflarının çekilmesi olarak bilinir. Halbuki portre bunları kapsamakla birlikte ayrıca bireyin kimliğini, karakterini, kişiliğini, duygularını ve o anı ifade eder. Portre fotoğrafçıları model aldıkları kişiyi iyi analiz etmek zorundadır Bu sebeple portre fotoğrafı çekmek istiyorsanız etkili bir iletişime sahip olmanız işinizi kolaylaştıracaktır.. Modelin mimikleri, gülüşü, verdiği doğru açı, ışığı nasıl aldığı, bakışları ve daha birçok özelliği iyi analiz edilmelidir. Kolay gibi gözüken bu hususlar portre fotoğrafçılığının belki de en zor yanıdır. Portre fotoğrafçılığında genel olarak 50mm ve 85mm lensler kullanılır. Bunun yanında birçok profesyonel, portre fotoğrafı çekerken telefoto diye tabir edilen lensleri de kullanmaktadırlar.

Makro fotoğrafçılık…

Makro fotoğrafçılık, detay olgusu üzerinden yola çıkarak, insanlara görmeye alışkın olmadıkları bir dünyanın kapısını aralar. Bu fotoğrafçılık türü hemen hemen her gün gördüğümüz canlıların veya objelerin detaylarını ortaya koyması ve insanlara farklı açılardan bakma olanağı tanıması açısından fotoğraf severlerin bir hayli ilgisini çekmektedir. Örneğin bir arının tüylerini veya bir kar tanesinin dokusunu inceleyebilmek bu fotoğraflarla mümkündür. Ancak artan lens ve ekipman maliyetleri yanında çok sabır gerektirmesi de eklenince makro fotoğrafçılığa merak duyan çoğu fotoğrafçı bu merakını ve ilgisini ne yazık ki kaybetmektedir. Makro fotoğrafçılığında makro lensler kullanılmakla birlikte tavsiyem eğer makro çekmekte kararlıysanız bunun yanında muhakkak bir üç ayak (Tripod) satın almanızdır. Alacağınız bu üç ayak, fotoğraf makinenizin titremesini engelleyecek, keskin ve net fotoğraflar elde etmenizi kolaylaştıracaktır. Dijital fotoğrafçılık daha bir çok detayı, tekniği ve türü içinde barındırmaktadır. Yazının ortalarında da belirttiğim gibi bu engin denizde yeni şeyler öğrendikçe kendinizi daha çok kaptıracak ve birbirinden keyifli anlar yaşayacaksınız. Üstelik hobi olarak başlayacağınız bu aktiviteden ileride para kazanmanız da mümkün. Çevrenize baktığınızda dijital fotoğrafçılığa hobi olarak başlayıp ciddi paralar kazanan ve geçimini bu sayede sağlayan birçok kişi görmeniz mümkün. Kim bilir bu belki siz de olabilirsiniz... 

Rıfat Atasay // Terminal Supervisor, Fraport IC İçtaş Antalya Havalimanı 

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

1996 yılında ismini de aldığı Çin’in Şanghay kentinde Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla kurulan Şanghay Beşlisi adlı örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da dahil olmasıyla Şanghay İşbirliği Örgütü adını almıştır. Kapladığı 300 milyon m2 toprak ile tüm Avrasya bölgesinin 3/5’ine tekabül eden ŞİÖ, dünya nüfusunun da 1/4’ünü teşkil etmektedir. 2005’te Hindistan, Pakistan ve İran’ın da gözlemci üye statüsüyle örgüte iştirak etmesinin ardından, ŞİÖ’nünfiziksel kapasitesi devasa boyutlara ulaşmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan ve bölge devletlerinin hepsinin müdahil olduğu 7000 kilometrelik sınır problemini çözmek için kurulan örgüt, herhangi bir askeri kuvvetin müdahalesine gerek duyulmadan bu sorunu çözme başarısını göstermiştir. Uluslararası sistemin önemli sorunlarından biri olan ve genellikle savaş yoluyla çözülen sınır problemlerinin bu şekilde geride bırakılması örgüt üyelerini farklı alanlarda işbirliğine gitmek noktasında da cesaretlendirmiştir. 

Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu yönetici eliti, bu süreci enerji kaynakları açısından dünyanın en stratejik bölgelerinden biri olan ve jeopolitik teorileri tarafından dünyanın kalpgahı olarak gösterilen Orta Asya’daki gelişmelerin üçüncü tarafların müdahalesine izin vermeyecek şekilde kendileri tarafında çözümlenmesi için bir fırsat olarak görmüştür. Tarihsel ve jeostratejik açıdan Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu tarafından sıkıştırılmış bir konumda bulunan Orta Asya devletleri ise bölgede yaratılacak güç dengesiyle beraber oluşacak stabilizasyonun kendi yararlarına olacağını düşünerek bu oluşuma dahil olmuştur. 

2001 yılında, bir diğer Türki Cumhuriyet Özbekistan’ın katılımıyla beraber ismini Şanghay İşbirliği olarak değiştiren örgüt, yeni birliğin hedefleri şu şekilde deklare etmiştir:

a)Örgüt üyeleri arasındaki komşuluk ilişkilerini ve karşılıklı güven duygusunu güçlendirmek

b)Ekonomik, politik, bilimsel, teknolojik, kültürel, eğitsel, enerji, iletişim ve çevre gibi konularda örgüt içi işbirliğini sağlamak ve teşvik etmek

c)Bölgesel barışı, güvenlik ve istikrar ortamını sağlamak için hep birlikte hareket etmek

d)Demokratik, adil ve rasyonel bir uluslar arası politik ve ekonomik düzen kurulmasını sağlamak

Eski Sovyet coğrafyasında bulunan devletlerde ardı ardına meydana gelen renkli devrimlerin, Batılıgüçler tarafından organize edildiğini düşünen birlik üyeleri, benzer bir durumu yaşamamak için, kısa zamanda kendi aralarındaki entegrasyonu güçlendirecek hamleler yapmıştır. İktisadi, sosyal, bilimsel ve kültürel alanlarda atılan adımlar meyvelerini hızlı bir şekilde vermiş ve özellikle ABD’nin Orta Asya’daki etkisi asgari seviyeye çekilmiştir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Türkiye gündemine girmesi ise, AK Parti hükümeti döneminde gerçekleşmiştir. Geleneksel Türk Dış Politikası konseptinin aksine, proaktif hamleler yapan ve bölgesel bir güç olma arzusunu hemen her platformda dile getiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki hükümetimiz, ŞİÖ’yü Batı dünyasına önemli bir alternatif olarak görmektedir. 2005 yılında Sn. Erdoğan’ın Rusya ziyareti sırasında Vladimir Putin’e gözlemci üye olarak örgüte katılma arzusunu bildirmesinden sonra, aynı yıl içerisinde Cumhurbaşkanı sn. Abdullah Gül de Çinli meslektaşı Hu Jintao’ya bu talebi aktarmıştır. Türk akademik dünyası ve kamuoyunun, konuya dair bilgi eksikliği o dönemki tartışmaların kısır bir şekilde ilerlemesine sebep olsa da, aradan geçen süre zarfı içerisinde ŞİÖ’ye olan ilgi artmıştır. Avrupa Birliği’nin diğer ülkelere göre Türkiye’nin adaylık sürecini çok daha adaletsiz bir şekilde yürüttüğünü savunan Sn. Erdoğan, 2012 yılında Putin’e üye olarak kabul edilmeleri durumunda AB hedefinden vazgeçeceklerini bildirmiştir. Aynı yıl içerisinde ise, Türkiye örgütün diyalog partneri olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, dış politika karar mekanizmalarının yüzü her zaman Batı’ya dönük olmuştur. Halbuki Türk milleti, tarihsel kökenleri ve kültürel bağları ile Doğu yarımkürenin de bir parçasıdır. 

Sahip olduğu devasa potansiyelini doğru yönetebilmesi durumunda, hedef olarak koyduğu “Asya Yüzyılı” idealine ulaşması mümkün olan ŞİÖ, Türkiye’nin de 2023 vizyonuna giden yolda önemli bir partneri olabilecek konumdadır. Son tahlilde, başta IC Vakfı bursiyerleri olmak üzere, Türk gençliği kendisini yeni oluşacak dünya düzenine göre yetiştirecek hamleleri yapmalıdır. Halihazırda kendi holdingimiz de dahil olmak üzere, Türkiye’deki birçok firmanın ŞİÖ örgütü üyesi ülkelerle önemli ticari ilişkileri bulunmaktadır. Siyasi otoritelerin yakınlaşmasıyla beraber, ticaret hacminin daha da artacağı aşikardır. Dolayısıyla, Çince ve Rusça gibi diller bilmek, bu ülkeler üzerine uzmanlaşmaya çalışmak, mezuniyetiniz sonrasında bir parçası olacağınız rekabetçi iş dünyasında size büyük artılar sunacaktır, zira bu yüzyıl fark yaratanların yüzyılı olacaktır.

Savaş KARADAĞ // Treysan İstanbul Bölge Sorumlusu